21 Eylül 2014 Pazar

DİL FELSEFESİ, ANALİTİK FELSEFE VE MANTIKÇI POZİTİVİZM


        Yirminci yüzyılda felsefenin alanında geleneksel felsefe disiplinlerinden farklı olarak bir genişleme ve başkalaşma söz konusudur. Bu asırda felsefe, hem ele almış olduğu problem itibarıyla hem de yöntem itibarıyla geleneksel felsefeden farklı alanlara yönelmiştir. Bu yönelmenin en önemli sebebi ise yirminci yüzyıldaki bilimsel gelişmelerdir. 1901’de Max Planck’ın ileri sürmüş olduğu “kuantum teorisi”, Einstein’ın dört boyutlu uzay-zaman sürekliliğini ifade eden “izafiyet teorisi”, Heisenberg ve Schrödingen tarafından ortaya atılan fizikte mutlak ölçütler yerine ihtimal ve imkânı getiren “kesintisizlik teorisi” yirminci yüzyıldaki bilimsel gelişmelere önayak olmuşlardır. Yirminci yüzyıldaki bu gelişmeler yalnızca bilimsel nitelikte olmayıp, kendisini sanat alanında da göstermiştir. Sanat alanındaki geleneksel estetik anlayışıyla taban tabana zıt olan kübizm ve sürrealizm gibi akımlar da bu yüzyılda ortaya çıkmaya başlamıştır. Tüm bu gelişmeler doğal olarak felsefeyi de etkilemiş ve felsefenin ilgilendiği konular bu yüzyılda geleneksel felsefenin ele aldığı konulardan farklılaşarak bir değişim içine girmiştir. İşte bu çalışmada, yirminci yüzyılın başlarından başlayarak 1950’lerden sonra hızla devam eden felsefedeki bu değişim üzerinde -fakat yalnızca dil felsefesi, analitik felsefe ve mantıkçı pozitivizm ele alınarak- durulacaktır.
Felsefenin 1950’lerden sonraki gidişatını ele alacak olursak, bu noktada klasik felsefenin disiplinlerinden ve akımlarından farklı olarak dil felsefesi, analitik felsefe ve mantıkçı pozitivizmi konu edinebiliriz. Bu makale boyunca dil felsefesi, analitik felsefe ve mantıkçı pozitivizmin savundukları görüşlere tek tek değinilecek ve bu görüşlerin birbirinden ayılan ve birbirleri ile paralel giden yönlerine yer verilecektir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Anglosakson felsefesi klasik felsefenin varlık ve bilgi kuramlarına karşı eleştirel bir tavır takınmaya başlanmıştı. Bu eleştirel tavrın nedeni ise, klasik felsefenin aşkın bir bilinç önkabulüyle nesnel dünyayı açıklamaya çalışması ve bu noktada yetersiz kalmasıydı. Çünkü aşkın bir bilinç önkabulü ile bizim betimlemelerimizden bağımsız olan dış dünyayı anlamamız olanaksızdı. Bu noktada Anglosakson felsefesinde; dil felsefesi, analitik felsefe ve mantıkçı pozitivizm isimleri altında klasik felsefeye ve onun önkabüllerine karşı eleştirel bir tavır ortaya çıktı. Bu görüşlerin çağdaş temsilcileri dilin incelenmesini ve bilme sürecinde dilin olanaklarının kullanılmasını savunmaya başladılar. Çünkü onlara göre “çıplak nesnelliğe” ancak dil aracılığıyla ulaşılabilirdi.[1]
Dil felsefesi, analitik felsefe ve mantıkçı pozitivizm ele aldıkları ve savundukları görüşler itibarıyla birbirlerine karıştırılmaktadır. Bu yüzden bu felsefe disiplinlerini ve akımlarını birbirlerinden ayırmakta ve onları tek tek açıklamakta yarar vardır. Dil felsefesi, diğer ikisinden bağımsız olarak bir felsefe disiplinidir. Dil felsefesinin de tıpkı diğer felsefe disiplinleri gibi (bilgi felsefesi, varlık felsefesi, vs.) kendisine özgü problemleri ve kavramları vardır. Bu problemlerden bir kaçı şöyle sıralanabilir. Bir şey söylediğimde anlatmak istediğim şeyle, o söylediğim şeyin herhangi biri onu söylese de söylemese de taşıdığı anlam arasındaki bağ nedir? Sözcükler şeylerin yerine nasıl geçer? Anlamlı bir söz zinciri ile anlamsız olanı arasındaki fark nedir? Bir şeyin doğru ya da yanlış olması ne demektir? [2] İşte dil felsefesi bir felsefe disiplini olarak bu tip soruları konu edinir.
Analitik felsefe ise, etkinliğini gittikçe arttıran bir felsefe geleneği olarak karşımıza çıkar. Bu felsefe geleneği, dil felsefesinden farklı olarak felsefe etkinliğini tümüyle dilsel çözümlemelere indirgemeye çalışır. Bu noktada analitik felsefe tek tek her durumda felsefi problemleri dil açısından ele alır ve bu problemlere dil analizi yaparak çözüm aramaya çalışır.[3]
Mantıkçı pozitivizm ise, bir felsefi akım olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu akım, “Viyana Çevresi” olarak isimlendirilen felsefecilerin desteklediği pozitivizm ve empirizm akımlarıyla paralel nitelikler gösterir. Temeli “Viyana Çevresi”ne dayandığı için bu akım da metafizik karşıtı bir tutum sergilemektedir. Matematiğin mantıksal ve felsefi temelleriyle ve fiziğin epistemolojik içeriğiyle ilgilenen bu akımı tam manasıyla bir dil felsefesi akımı olarak da nitelendiremeyiz.
Özellikle İkinci Dünya Şavaşı’ndan sonra dil üzerindeki çalışmalarını hızlandıran ve felsefenin gidişatına farklı bir boyut katan bu felsefi akım, gelenek ve disiplini, birbirlerinden ayrıldığı noktalara ve birbirleriyle paralellik gösteren boyutlarına değindikten sonra, biraz daha aydınlatıcı olabilmeleri için tek tek açıklamakta yarar vardır.
Dil felsefesinde dile yönelik iki farklı felsefi uğraştan bahsedebiliriz. Birincil felsefi uğraşlar doğrudan dile yöneliktirler. Yani birincil dil felsefesi, bir yandan empirik dilbilimsel araştırmaların metodolojik açıdan temellendirilmesi ile uğraşırken; öbür yandan, elde bulunan veriler çokluğu içinde bu verileri açıklamak için başvurulan ana ilkeleri bir birliğe sokmaya çalışır.[4] İkinci dil felsefesi temsilcileri ise, dil felsefesine ait tüm problemleri bütüncül bir yaklaşımla çözme yoluna giderler. İkincil dil felsefesi içinde varoluşçu dil felsefesi, dil mantığı, fenomenoloji, dil ontolojisi ve felsefi semantik yer almaktadır.
Dil felsefesinin için de geleneksel felsefedeki kutuplaşmanın geçerli olduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar yukarıda pozitivist bir tutum sergileyerek metafizikten uzak bir dil felsefesi geleneğinden bahsetmiş olsak da, metafiziksel tutumlar dil felsefesi içinde de kendisini göstermektedir. Bu noktada dil felsefesinde bir dil pozitivizmi ve bir dil idealizmi ayrımı yapılmaktadır. Dil pozitivizmi söz konusu olduğunda da burada bir “yöntemsel pozitivizm” ile “metafiziksel pozitivizm” ayrımı kendisini gösterir. “Yöntemsel pozitivizm”, bilim adamlarından, kendi araştırma ve bulgularının dışına çıkmamasını, denetlenebilir olgu ve olayları saptamasını talep eder. “Metafiziksel pozitivizm” ise, deneylenemeyen ve doğrulanamayan her şeyi yadsımaktadır.[5] İşte burada metafiziksel pozitivizm, dili yalnızca pozitif bir veri olarak görme eğilimi içerisindedir. Bu kuramın temsilcileri dili her türden metafiziksel ifadeden arındırmak isterler. Aynı noktadan hareket etmekle beraber “mantıkçı pozitivizm”, “metafiziksel pozitivizm”den tamamen farklı bir yol izleyerek dili salt bir işaret sistemi olarak ele almıştır.
Dil idealizmi ise pozitivizm ile bir karşıtlık içindedir. Onlar için dil bir işaret sisteminden daha öte;  bir idenin, bir logos’un kendisini açığa çıkardığı görünüşüdür. Antikçağ’da Herakleitos, Stoacılar, Yeni Platoncular çevresinde savunulan bu görüş, günümüzde Heidegger tarafından da savunulmaktadır. Heidegger’de dili, içinde varlığın su yüzüne çıktığı, kendini gösterdiği bir logos olarak tanımlar:”Dil, varlığın ışıyarak örtüsünü açtığı yerdir.” [6] Görüldüğü gibi dil felsefesi de geleneksel felsefi kutuplaşmanın etkisindedir. Bizim burada asıl üzerinde durduğumuz İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yoğunlaşarak devam eden ve böylece felsefenin gidişatını etkileyen dil pozitivizmidir. Yani “metafiziksel pozitivizm”dir.
Öte yandan dil felsefesinin ana problemi olan anlam sorunu ele alındığında, felsefe tarihinde bu soruna çözüm olarak sunulmuş dört başlık sayabiliriz. Bu başlıklardan ilki J. Locke’un geliştirmiş olduğu “ideci”  (zihinci) yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre, bir sözcüğün anlamını, o sözcülüğün iletişim anında taşıyıcısı olduğu “ide” belirler. Bir başka deyişle sözcükler, idelerin yerini tutan anlamlı birimlerdir.[7]
Bir diğer yaklaşım felsefe tarihinde “göndergeci” yaklaşım olarak yerini alır. Bu yaklaşımın savunucuları; G. Frege, B. Russel, (birinci döneminde Wittgenstein), A. J Ayer, ve Viyana Çevresi üyeleridir. Bu yaklaşıma göre, bir önermenin anlamını, o önermenin doğruluk koşullarının bilgisi belirler. Yani önermenin anlam ölçütü, o önermenin doğrulanabilirliğidir.
Üçüncü yaklaşım ise, “davranışçı teori” yada “etki-tepki” teorisidir. Savunucuları arasında L. Bloomfield, W. v. O. Quine yer almaktadır. Bu yaklaşım ise, bir cümlenin anlamını, o cümlenin dinleyicisinde uyandırdığı tepkinin belirlediğini savunur. Dil ile insan arasındaki ilişkiyi vurgulayan ilk çözüm olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dil felsefesindeki anlam sorununu ele alan dördüncü ve son yaklaşım ise “pragmatik” yaklaşımdır. Bu yaklaşımı J.L. Austin, J.R. Searle ve H.P. Grice temsil etmektedir. Pragmatik yaklaşımın temsilcileri, bir cümle sözcelemenin belirli kurallara dayalı bir davranış biçimi olduğunu ve o cümlenin anlamının, konuşucunun onu dile getirirken yerine getirdiği bu kurallarca belirlendiğini vurgulamakta, anlam sorunu ile iletişim ortamının özellikleri ve konuşmaya katılan tarafların davranışları arasındaki bağlantıya dikkat çekmektedir.[8]
Dil felsefesinin ana problemlerine ve bu problemlere çözüm getirmeye çalışan dört yaklaşıma değindikten sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle felsefeye bir başka boyut daha kazandırmış olan Analitik felsefenin problemlerine ve bu problemlere getirilmeye çalışılan çözümlemelere değinmekte yarar vardır.
Analitik felsefe önceki sayfalarda da belirttiğimiz gibi bir felsefi gelenektir. Özellikle yirminci yüzyılın başlarından itibaren, özellikle Anglo-sakson coğrafyada gelişimini sürdürmüştür. Bu felsefi gelenek dili analiz ederek felsefi problemlere bir çözüm arayışı içindedir.
Analitik felsefe bir yöntem çeşitliliği ile karşımıza çıkar. Akımların, uygulamaların ve teorilerin çeşitliliği içindeki tüm dil çalışmaları “analitik felsefe” adı altında toplu olarak adlandırılır. Bu felsefi gelenekte dil, gerçeklerin kavranmasında bir aracı rol üstlenmektedir. Bu anlamda analitik felsefe belirgin bir yeni- Kantçı karakter taşımaktadır. Kant’ın eleştirel teşebbüsünde duyarlığın ve anlama yetisinin formlarının rolünü burada dil oynamaktadır.[9]
Analitik felsefenin en önemli noktası yukarıda da belirtildiği gibi dili gerçekliği kavrama aracı olara kullanmasıdır. Fakat bu duruma rağmen analitik felsefe temsilcilerinin dilbilimcilerle ile yakın bir ilişki içinde bulundukları söylenemez. Bu noktada analitik felsefe temsilcilerinin dile öncelik veren tek bakış açısının mantıksal bir bakış açısı olduğunu vurgulamakta yarar vardır.
Analitik felsefenin bu mantıksal bakış açısını yeni bir mantık biliminin doğmasına katkıda bulunan Frege’den miras aldığını söyleyebiriz. Bu yüzden de modern mantığın gelişim evrelerinin incelenmesi, bize analitik felsefe geleneğinin gelişimi hakkında da genel bir bilgi vermektedir. Frege’den miras kalan modern mantık, analitik felsefenin yüzyılın başından itibaren geçirdiği çeşitli evrim ve dönüşümlerin temelini oluşturur. Modern mantığın gelişmesi ile analitik felsefenin, dili gerçekliği kavrama aracı olarak kullanması arasında güçlü bir bağ vardır. Kısacası analitik felsefe, dili gerçekliği kavrama aracı olarak görerek, çalışma alanın temeline Frege’den miras kalan modern mantığı oturtmuş ve çalışmalarını bu yönde geliştirmiştir.
Analitik felsefenin gelişim evrelerini incelediğimizde karşımıza üç büyük dönem çıkmaktadır. Bu dönemlerden ilkinde gündelik dildeki sözcüklerin formel bir dil içinde yeniden formüle edilmesi için çalışmalar sürdürülmüştür. Yani bu dönemde dilin mantıksal çözümlemeleri üzerinde durulmuştur.
İkinci dönem analitik felsefe çalışmalarında ise, dilin içinde kullanıldığı durumların açıklanmasına yoğunlaşılmıştır. Bu dönemde analitik felsefe geleneğinde mantıkçılığın reddi ile karşılaşılmaktadır. Yani mantık bir kenara itilerek gündelik dil ön plana çıkartılmıştır.
Üçüncü dönem filozofları kuşağı ise, standart mantığın dışına çıkan mantık sistemlerinin kuruluşlarından yararlanarak, hatta gündelik dilin belirsizliklerine bile bu yeni mantık sistemlerini uygulayarak dili mantık ile uyumlu hale getirmeye çalışmışlardır. Yani üçüncü kuşak filozoflar, doğal dilleri mantıksal bir formelleştirme çabası içine girişmişlerdir.
Analitik felsefenin gelişim evreleri bu üç kuşak ile karşımıza çıkmaktadır. Analitik felsefe geleneğinden sonra yirminci yüzyıl felsefe çalışmalarında etkili olan bir diğer felsefi akım ise mantıkçı pozitivizmdir.
Mantıkçı pozitivizmin temel amacı felsefeden her türlü metafizik öğeleri çıkartarak, felsefeyi tamamen ilim ve metodoloji üzerine çalışmaya sevk etmektir. Bu uğurda en etkili katkıyı Schlick’in kurduğu Viyana Okulu yapmıştır. Ayrıca ilimde, Hertz, Boltzmann, Poincare ve Enstein’ın katkıları; matematikçilerden Leibniz, Bole, Frege, Schroeder, Pierce, Peano ve  Russell’in çalışmları ile pragmatistlerden de James ve Dewey’in katkıları yadsınamaz.
Mantıkçı pozitivizmin dil üzerindeki çalışmalarının odak noktasını, bilimi evrensel bir dil üzerine yerleştirme ve bir bilim dili geliştirme çabaları oluşturur. Bu noktada metafizik, tamamen felsefenin dışına çıkartılmıştır. Deneye dayanan bir saf dışı etme işlemi felsefeye uygulanmış, bu noktada metafiziğin hiçbir anlamının olmadığı vurgulanmıştır.
Bu felsefi akım, özellikle Russell tarafından savunulmuştur.
Russell’a göre, felsefe çeşitli ahlaki ve dini dogmaları ne ispat ne de onların aksini ispat edebilir. Felsefinin görevi insana bilgi vermek değil, “manaları aydınlatmak”tır. Bunu yaparken o, toptan çözümlere teşebbüs etmemeli fakat sabır yolunu tutarak ayrıntılı analizlere girişmelidir. Buna göre, ortaya çıkacak çözümler fiili doğruluğa sahiptir ve gerçekleşmeleri için bir ilim tekniğine ihtiyaç gösterirler. Metafizik yerine bu felsefi sentaksın konması, felsefeyi daha sağlam temele oturtacak ve bir kenara bağlanması güç olan eski çatışmaların çoğunu aydınlığa kavuşturacaktır. [10]
Mantıkçı pozitivizmin genel çizgileri bu şekilde ifade edilebilir. Fakat bu akım felsefeyi metafizik öğelerden tamamen temizlemeye çalışarak aslında felsefenin alanını bir şekilde sınırlandırmaktadır. Özellikle felsefenin insandan uzaklaşmasına ve felsefenin yalnızca matematik soyutlamalara dayanmasına neden olmaktadır. Bütün tabiat üstü ve aşkın olanı felsefe dışına itme ve felsefeyi yalnızca bilime ve deneysel karakterde olana indirgeme çabası felsefenin aslına bir anlamda kısırlaşmasına neden olmaktadır.

KAYNAKÇA
          I.     MAYER, Frederick, Yirminci yüzyılda Felsefe, çev. Vahap Mutal, Dergah Yayınları, 1992, İstanbul.
          II.     SEARLE, John, R. Söz Edimleri, çev. R. Levent Aysever, Ayraç Yayınevi, 2000, Ankara.
          III.     ROSSİ, Jean-Gérard, Analitik Felsefe, çev. Atakan Altınörs, Paradigma Yayınları, 2001, İstanbul.
          IV.     ALTINÖRS, Atakan, Dil Felsefesine Giriş, İnkılap Yayınevi, 2003, İstanbul.
          V.     BUMANN, Waltraud, “Dil Felsefesi”, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, çev. Doğan Özlem, İnkılap Yayınevi, 2001, İstanbul.
           VI.     TİMUR, Taner, Habermas’ı Okumak, Yordam Yayınevi, 2008, İstanbul.






[1] TİMUR, Taner, Habermas’ı Okumak, s: 158
[2] SEARLE,  John, R. Söz Edimleri,  s:69.
[3] ROSSİ, Jean-Gérard, Analitik Felsefe,  s:1
[4] BUMANN, Waltraud, “Dil Felsefesi”, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, s:512
[5] BUMANN, s:513
[6] BUMANN, s:515
[7] ALTINÖRS, Atakan, Dil Felsefesine Giriş, s: 48
[8] ALTINÖRS, s: 49
[9] ROSSİ, s:2
[10] MAYER, Frederick, Yirminci yüzyılda Felsefe, s:30

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder