Felsefenin 1950’lerden sonraki gidişatını ele alacak olursak, bu noktada
klasik felsefenin disiplinlerinden ve akımlarından farklı olarak dil felsefesi,
analitik felsefe ve mantıkçı pozitivizmi konu edinebiliriz. Bu makale boyunca
dil felsefesi, analitik felsefe ve mantıkçı pozitivizmin savundukları görüşlere
tek tek değinilecek ve bu görüşlerin birbirinden ayılan ve birbirleri ile
paralel giden yönlerine yer verilecektir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Anglosakson felsefesi klasik felsefenin
varlık ve bilgi kuramlarına karşı eleştirel bir tavır takınmaya başlanmıştı. Bu
eleştirel tavrın nedeni ise, klasik felsefenin aşkın bir bilinç önkabulüyle
nesnel dünyayı açıklamaya çalışması ve bu noktada yetersiz kalmasıydı. Çünkü
aşkın bir bilinç önkabulü ile bizim betimlemelerimizden bağımsız olan dış
dünyayı anlamamız olanaksızdı. Bu noktada Anglosakson felsefesinde; dil
felsefesi, analitik felsefe ve mantıkçı pozitivizm isimleri altında klasik
felsefeye ve onun önkabüllerine karşı eleştirel bir tavır ortaya çıktı. Bu
görüşlerin çağdaş temsilcileri dilin incelenmesini ve bilme sürecinde dilin
olanaklarının kullanılmasını savunmaya başladılar. Çünkü onlara göre “çıplak
nesnelliğe” ancak dil aracılığıyla ulaşılabilirdi.[1]
Dil felsefesi, analitik felsefe ve mantıkçı pozitivizm ele aldıkları ve
savundukları görüşler itibarıyla birbirlerine karıştırılmaktadır. Bu yüzden bu
felsefe disiplinlerini ve akımlarını birbirlerinden ayırmakta ve onları tek tek
açıklamakta yarar vardır. Dil felsefesi, diğer ikisinden bağımsız olarak bir
felsefe disiplinidir. Dil felsefesinin de tıpkı diğer felsefe disiplinleri gibi
(bilgi felsefesi, varlık felsefesi, vs.) kendisine özgü problemleri ve
kavramları vardır. Bu problemlerden bir kaçı şöyle sıralanabilir. Bir şey
söylediğimde anlatmak istediğim şeyle, o söylediğim şeyin herhangi biri onu
söylese de söylemese de taşıdığı anlam arasındaki bağ nedir? Sözcükler şeylerin
yerine nasıl geçer? Anlamlı bir söz zinciri ile anlamsız olanı arasındaki fark
nedir? Bir şeyin doğru ya da yanlış olması ne demektir? [2] İşte
dil felsefesi bir felsefe disiplini olarak bu tip soruları konu edinir.
Analitik felsefe ise, etkinliğini gittikçe arttıran bir felsefe geleneği
olarak karşımıza çıkar. Bu felsefe geleneği, dil felsefesinden farklı olarak
felsefe etkinliğini tümüyle dilsel çözümlemelere indirgemeye çalışır. Bu
noktada analitik felsefe tek tek her durumda felsefi problemleri dil açısından
ele alır ve bu problemlere dil analizi yaparak çözüm aramaya çalışır.[3]
Mantıkçı pozitivizm ise, bir felsefi akım olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu akım, “Viyana Çevresi” olarak isimlendirilen felsefecilerin desteklediği
pozitivizm ve empirizm akımlarıyla paralel nitelikler gösterir. Temeli “Viyana
Çevresi”ne dayandığı için bu akım da metafizik karşıtı bir tutum
sergilemektedir. Matematiğin mantıksal ve felsefi temelleriyle ve fiziğin
epistemolojik içeriğiyle ilgilenen bu akımı tam manasıyla bir dil felsefesi
akımı olarak da nitelendiremeyiz.
Özellikle İkinci Dünya Şavaşı’ndan sonra dil üzerindeki çalışmalarını
hızlandıran ve felsefenin gidişatına farklı bir boyut katan bu felsefi akım,
gelenek ve disiplini, birbirlerinden ayrıldığı noktalara ve birbirleriyle
paralellik gösteren boyutlarına değindikten sonra, biraz daha aydınlatıcı
olabilmeleri için tek tek açıklamakta yarar vardır.
Dil felsefesinde dile yönelik iki farklı felsefi uğraştan bahsedebiliriz.
Birincil felsefi uğraşlar doğrudan dile yöneliktirler. Yani birincil dil
felsefesi, bir yandan empirik dilbilimsel araştırmaların metodolojik açıdan
temellendirilmesi ile uğraşırken; öbür yandan, elde bulunan veriler çokluğu
içinde bu verileri açıklamak için başvurulan ana ilkeleri bir birliğe sokmaya
çalışır.[4]
İkinci dil felsefesi temsilcileri ise, dil felsefesine ait tüm problemleri
bütüncül bir yaklaşımla çözme yoluna giderler. İkincil dil felsefesi içinde
varoluşçu dil felsefesi, dil mantığı, fenomenoloji, dil ontolojisi ve felsefi
semantik yer almaktadır.
Dil felsefesinin için de geleneksel felsefedeki kutuplaşmanın geçerli
olduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar yukarıda pozitivist bir tutum
sergileyerek metafizikten uzak bir dil felsefesi geleneğinden bahsetmiş olsak da,
metafiziksel tutumlar dil felsefesi içinde de kendisini göstermektedir. Bu
noktada dil felsefesinde bir dil
pozitivizmi ve bir dil idealizmi
ayrımı yapılmaktadır. Dil pozitivizmi söz konusu olduğunda da burada bir
“yöntemsel pozitivizm” ile “metafiziksel pozitivizm” ayrımı kendisini gösterir.
“Yöntemsel pozitivizm”, bilim adamlarından, kendi araştırma ve bulgularının
dışına çıkmamasını, denetlenebilir olgu ve olayları saptamasını talep eder.
“Metafiziksel pozitivizm” ise, deneylenemeyen ve doğrulanamayan her şeyi
yadsımaktadır.[5] İşte burada metafiziksel
pozitivizm, dili yalnızca pozitif bir veri olarak görme eğilimi içerisindedir.
Bu kuramın temsilcileri dili her türden metafiziksel ifadeden arındırmak
isterler. Aynı noktadan hareket etmekle beraber “mantıkçı pozitivizm”,
“metafiziksel pozitivizm”den tamamen farklı bir yol izleyerek dili salt bir işaret
sistemi olarak ele almıştır.
Dil idealizmi ise pozitivizm ile bir karşıtlık içindedir. Onlar için dil
bir işaret sisteminden daha öte; bir
idenin, bir logos’un kendisini açığa çıkardığı görünüşüdür. Antikçağ’da
Herakleitos, Stoacılar, Yeni Platoncular çevresinde savunulan bu görüş,
günümüzde Heidegger tarafından da savunulmaktadır. Heidegger’de dili, içinde
varlığın su yüzüne çıktığı, kendini gösterdiği bir logos olarak tanımlar:”Dil,
varlığın ışıyarak örtüsünü açtığı yerdir.” [6]
Görüldüğü gibi dil felsefesi de geleneksel felsefi kutuplaşmanın etkisindedir.
Bizim burada asıl üzerinde durduğumuz İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
yoğunlaşarak devam eden ve böylece felsefenin gidişatını etkileyen dil pozitivizmidir. Yani “metafiziksel
pozitivizm”dir.
Öte yandan dil felsefesinin ana problemi olan anlam sorunu ele
alındığında, felsefe tarihinde bu soruna çözüm olarak sunulmuş dört başlık
sayabiliriz. Bu başlıklardan ilki J. Locke’un geliştirmiş olduğu “ideci” (zihinci) yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre, bir
sözcüğün anlamını, o sözcülüğün iletişim anında taşıyıcısı olduğu “ide”
belirler. Bir başka deyişle sözcükler, idelerin yerini tutan anlamlı
birimlerdir.[7]
Bir diğer yaklaşım felsefe tarihinde “göndergeci” yaklaşım olarak yerini
alır. Bu yaklaşımın savunucuları; G. Frege, B. Russel, (birinci döneminde
Wittgenstein), A. J Ayer, ve Viyana Çevresi üyeleridir. Bu yaklaşıma göre, bir
önermenin anlamını, o önermenin doğruluk koşullarının bilgisi belirler. Yani
önermenin anlam ölçütü, o önermenin doğrulanabilirliğidir.
Üçüncü yaklaşım ise, “davranışçı teori” yada “etki-tepki” teorisidir.
Savunucuları arasında L. Bloomfield, W. v. O. Quine yer almaktadır. Bu yaklaşım
ise, bir cümlenin anlamını, o cümlenin dinleyicisinde uyandırdığı tepkinin
belirlediğini savunur. Dil ile insan arasındaki ilişkiyi vurgulayan ilk çözüm
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dil felsefesindeki anlam sorununu ele alan dördüncü ve son yaklaşım ise “pragmatik”
yaklaşımdır. Bu yaklaşımı J.L. Austin, J.R. Searle ve H.P. Grice temsil
etmektedir. Pragmatik yaklaşımın temsilcileri, bir cümle sözcelemenin belirli
kurallara dayalı bir davranış biçimi olduğunu ve o cümlenin anlamının,
konuşucunun onu dile getirirken yerine getirdiği bu kurallarca belirlendiğini
vurgulamakta, anlam sorunu ile iletişim ortamının özellikleri ve konuşmaya
katılan tarafların davranışları arasındaki bağlantıya dikkat çekmektedir.[8]
Dil felsefesinin ana problemlerine ve bu problemlere çözüm getirmeye
çalışan dört yaklaşıma değindikten sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle
felsefeye bir başka boyut daha kazandırmış olan Analitik felsefenin
problemlerine ve bu problemlere getirilmeye çalışılan çözümlemelere değinmekte
yarar vardır.
Analitik felsefe önceki sayfalarda da belirttiğimiz gibi bir felsefi
gelenektir. Özellikle yirminci yüzyılın başlarından itibaren, özellikle
Anglo-sakson coğrafyada gelişimini sürdürmüştür. Bu felsefi gelenek dili analiz
ederek felsefi problemlere bir çözüm arayışı içindedir.
Analitik felsefe bir yöntem çeşitliliği ile karşımıza çıkar. Akımların,
uygulamaların ve teorilerin çeşitliliği içindeki tüm dil çalışmaları “analitik
felsefe” adı altında toplu olarak adlandırılır. Bu felsefi gelenekte dil,
gerçeklerin kavranmasında bir aracı rol üstlenmektedir. Bu anlamda analitik
felsefe belirgin bir yeni- Kantçı karakter taşımaktadır. Kant’ın eleştirel
teşebbüsünde duyarlığın ve anlama yetisinin formlarının rolünü burada dil oynamaktadır.[9]
Analitik felsefenin en önemli noktası yukarıda da belirtildiği gibi dili
gerçekliği kavrama aracı olara kullanmasıdır. Fakat bu duruma rağmen analitik
felsefe temsilcilerinin dilbilimcilerle ile yakın bir ilişki içinde
bulundukları söylenemez. Bu noktada analitik felsefe temsilcilerinin dile
öncelik veren tek bakış açısının mantıksal bir bakış açısı olduğunu
vurgulamakta yarar vardır.
Analitik felsefenin bu mantıksal bakış açısını yeni bir mantık biliminin
doğmasına katkıda bulunan Frege’den miras aldığını söyleyebiriz. Bu yüzden de
modern mantığın gelişim evrelerinin incelenmesi, bize analitik felsefe
geleneğinin gelişimi hakkında da genel bir bilgi vermektedir. Frege’den miras
kalan modern mantık, analitik felsefenin yüzyılın başından itibaren geçirdiği
çeşitli evrim ve dönüşümlerin temelini oluşturur. Modern mantığın gelişmesi ile
analitik felsefenin, dili gerçekliği kavrama aracı olarak kullanması arasında
güçlü bir bağ vardır. Kısacası analitik felsefe, dili gerçekliği kavrama aracı
olarak görerek, çalışma alanın temeline Frege’den miras kalan modern mantığı
oturtmuş ve çalışmalarını bu yönde geliştirmiştir.
Analitik felsefenin gelişim evrelerini incelediğimizde karşımıza üç büyük
dönem çıkmaktadır. Bu dönemlerden ilkinde gündelik dildeki sözcüklerin formel
bir dil içinde yeniden formüle edilmesi için çalışmalar sürdürülmüştür. Yani bu
dönemde dilin mantıksal çözümlemeleri üzerinde durulmuştur.
İkinci dönem analitik felsefe çalışmalarında ise, dilin içinde
kullanıldığı durumların açıklanmasına yoğunlaşılmıştır. Bu dönemde analitik
felsefe geleneğinde mantıkçılığın reddi ile karşılaşılmaktadır. Yani mantık bir
kenara itilerek gündelik dil ön plana çıkartılmıştır.
Üçüncü dönem filozofları kuşağı ise, standart mantığın dışına çıkan
mantık sistemlerinin kuruluşlarından yararlanarak, hatta gündelik dilin belirsizliklerine
bile bu yeni mantık sistemlerini uygulayarak dili mantık ile uyumlu hale
getirmeye çalışmışlardır. Yani üçüncü kuşak filozoflar, doğal dilleri mantıksal
bir formelleştirme çabası içine girişmişlerdir.
Analitik felsefenin gelişim evreleri bu üç kuşak ile karşımıza
çıkmaktadır. Analitik felsefe geleneğinden sonra yirminci yüzyıl felsefe
çalışmalarında etkili olan bir diğer felsefi akım ise mantıkçı pozitivizmdir.
Mantıkçı pozitivizmin temel amacı felsefeden her türlü metafizik öğeleri
çıkartarak, felsefeyi tamamen ilim ve metodoloji üzerine çalışmaya sevk
etmektir. Bu uğurda en etkili katkıyı Schlick’in kurduğu Viyana Okulu
yapmıştır. Ayrıca ilimde, Hertz, Boltzmann, Poincare ve Enstein’ın katkıları;
matematikçilerden Leibniz, Bole, Frege, Schroeder, Pierce, Peano ve Russell’in çalışmları ile pragmatistlerden de
James ve Dewey’in katkıları yadsınamaz.
Mantıkçı pozitivizmin dil üzerindeki çalışmalarının odak noktasını,
bilimi evrensel bir dil üzerine yerleştirme ve bir bilim dili geliştirme
çabaları oluşturur. Bu noktada metafizik, tamamen felsefenin dışına
çıkartılmıştır. Deneye dayanan bir saf dışı etme işlemi felsefeye uygulanmış,
bu noktada metafiziğin hiçbir anlamının olmadığı vurgulanmıştır.
Bu felsefi akım, özellikle Russell tarafından savunulmuştur.
Russell’a göre, felsefe
çeşitli ahlaki ve dini dogmaları ne ispat ne de onların aksini ispat edebilir.
Felsefinin görevi insana bilgi vermek değil, “manaları aydınlatmak”tır. Bunu
yaparken o, toptan çözümlere teşebbüs etmemeli fakat sabır yolunu tutarak
ayrıntılı analizlere girişmelidir. Buna göre, ortaya çıkacak çözümler fiili
doğruluğa sahiptir ve gerçekleşmeleri için bir ilim tekniğine ihtiyaç
gösterirler. Metafizik yerine bu felsefi sentaksın konması, felsefeyi daha
sağlam temele oturtacak ve bir kenara bağlanması güç olan eski çatışmaların
çoğunu aydınlığa kavuşturacaktır. [10]
Mantıkçı pozitivizmin genel çizgileri bu şekilde ifade edilebilir. Fakat
bu akım felsefeyi metafizik öğelerden tamamen temizlemeye çalışarak aslında
felsefenin alanını bir şekilde sınırlandırmaktadır. Özellikle felsefenin
insandan uzaklaşmasına ve felsefenin yalnızca matematik soyutlamalara
dayanmasına neden olmaktadır. Bütün tabiat üstü ve aşkın olanı felsefe dışına
itme ve felsefeyi yalnızca bilime ve deneysel karakterde olana indirgeme çabası
felsefenin aslına bir anlamda kısırlaşmasına neden olmaktadır.
KAYNAKÇA
I. MAYER,
Frederick, Yirminci yüzyılda Felsefe,
çev. Vahap Mutal, Dergah Yayınları, 1992, İstanbul.
II. SEARLE,
John, R. Söz Edimleri, çev. R. Levent
Aysever, Ayraç Yayınevi, 2000, Ankara.
III. ROSSİ,
Jean-Gérard, Analitik Felsefe, çev.
Atakan Altınörs, Paradigma Yayınları, 2001, İstanbul.
IV. ALTINÖRS,
Atakan, Dil Felsefesine Giriş,
İnkılap Yayınevi, 2003, İstanbul.
V. BUMANN,
Waltraud, “Dil Felsefesi”, Günümüzde
Felsefe Disiplinleri, çev. Doğan Özlem, İnkılap Yayınevi, 2001, İstanbul.
VI. TİMUR,
Taner, Habermas’ı Okumak, Yordam
Yayınevi, 2008, İstanbul.
[1] TİMUR, Taner, Habermas’ı Okumak, s: 158
[2]
SEARLE, John, R. Söz
Edimleri, s:69.
[3] ROSSİ, Jean-Gérard, Analitik Felsefe, s:1
[4] BUMANN, Waltraud, “Dil Felsefesi”, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, s:512
[5] BUMANN, s:513
[6] BUMANN, s:515
[7] ALTINÖRS, Atakan, Dil Felsefesine Giriş, s: 48
[8] ALTINÖRS, s: 49
[9] ROSSİ, s:2
[10] MAYER, Frederick, Yirminci yüzyılda Felsefe, s:30